ÖĞ-DER Şuurlu Öğretmenler Derneği

Mükerrer İhanetler

Image and video hosting by TinyPic
 

Mükerrer İhanetler
İsmail OKUTAN

Yüzyıllar var ki bu topraklarda büyük davalar ve büyük dava adamları, büyük sevdalar ve büyük sevda adamları yaşatıldı. Büyük imparatorluklar, büyük medeniyetler yaşatıldı. Ancak yüzyıllar boyunca süren bu büyük davalara eşlik eden büyük ihanetler de yaşatıldı. Çileyle, kanla, annelerin gözyaşlarıyla karılmış bu topraklardan kimler gelip geçmedi ki. Barış ve esenlik yurdu olmanın yanı sıra, bu güzelim medeniyete eşlik eden vahşi eylemler de yerini aldı Anadolu topraklarında. Bu ihanetlerin boyutlarını tarif etmek bana acı veriyor. Bu ihanetleri gerçekleştirip Müslüman halkın alnına büyük kara lekeler sürenlerin aymazlığını, vurdumduymazlığını, sorumsuzluğunu yazmak züldür benim için. Lakin Peygamber Efendimizin “Zalime sen zalimsin, haksızsın demeyen bir Müslüman için yer altında olmak, yer üstünde olmaktan daha hayırlıdır” sözünü hatırlayınca yüreğim burkuldu, üzüldüm. En azından bu tarifin içine girmemek için yazmalıyım, konuşmalıyım, yüreğimin en rakik damarları kan ağlasa da, dile getirmeliyim bu gerçekleri, diye düşündüm. İşte bu yüzdendir bütün bu söylemekliğim. Binlerce yıllık bir katliam ve mühtedi hareketinin bir planı, bir parçası olup, üç-buçuk kuruşluk bir servet ve yarım koltukluk bir makam karşılığında gerçek bir soysuzlaştırma, ehlileştirme ve köleleştirme çalışmalarına katılanların büyük ihanetine tanıklık ediyor bu topraklar. 

Dün Kahramanmaraş’ta gencecik kızlarımıza tecavüz eden Fransız askerlerinin yaptığı şerefsizliği mükerrer olarak kullanıp, bu gün de Irak’ta, Lübnan’da, Filistin’de Müslüman kardeşlerimizin kızlarına tecavüz edip fotoğraf çektiren Amerikan askerlerinin yaptığı şerefsizliği içimiz kan ağlayarak hep birlikte izledik. Bizim kalbimizi yaralayıp kanatan şey; sadece bu iğrenç tecavüzler ve cinayetler değil, bu cürümleri işleyen canilere ve kâfir canilere kamyon kamyon gıda yardımı gönderenlerin ihaneti daha acı verici, daha kanatıcı ve yarası daha kalıcıydı. Dün, Anadolu’yu işgal edenlerle, bugün Irak’ı ya da başka bir ülkeyi işgal edip tarumar edenler arasında ne fark var. Dün, İzmir’de, Şanlıurfa’da, Adana’da topraklarımızı işgal edenleri düşman safında sayıp onlarla savaşmadık mı? Peki, bugün bize ne oluyor ki aynı ahlaksızları ve terbiyesizleri, zalimleri dost diye kucaklayıp kol kola giriyoruz. Kendi medeniyet iddiamızdan vazgeçip onlarla ittifak edip birleşmek istiyoruz. Tarih acaba bunu nasıl yazacaktır? Nasıl değerlendirecektir? Bu aslında cepheyi terk edip karşı saflara geçmek anlamına gelmez mi? Bu fikir met-cezrinde kimin dost, kimin düşman olduğunu birbirine karıştırır olduk. Hatta kendimize yakın tuttuğumuz düşmanlar hiçbir zaman dost olmadı, uzak tuttuğumuz dostlar ise düşmanlar gibi bizden ırak oldu, farkında değiliz. 

Bütün bir halk olarak derin bir uykuya dalmış, korkunç kâbuslar görüyoruz. Uyanmanın ve bu kâbuslardan kurtulmanın yolu olarak da düşmanımızın yanında yer alıp kendi değerlerimizi terk etmekte bulduk. Bir kafa karışıklığı, bir fikir bulanıklığı yaşıyoruz. Bu, tecavüzcüsüne âşık olmuş, akılsız ve çaresiz kızın hikâyesine benzer. Ama biz çaresiz değiliz ve aklımızı hala kaybetmiş değiliz, umudumuzu zerre kadar yitirmedik. Sahi biz kurtuluş savaşımızda ilk kurşunu bir Türk kadının başörtüsüne uzanan Fransız askerine sıkmamış mıydık? Oysaki bugünün Türkiye’sinde başörtüsüne Fransızların bir şey demesine, bir şey yapmasına gerek yok ki. Dün düşmanlarımızın elimizden almaya çalıştığı değerlerimizi, bugün kendi isteğimizle âdete timsah edasıyla kendi kendimizi yiyerek yok etmeye çalışıyoruz. Dün Fransızların, İngilizlerin, Rumların silah zoruyla elimizden alamadığı, uğruna savaşıp kan döktüğümüz, uğruna öldüğümüz değerlerimizi bugün kendi ellerimizle yasaklıyoruz, hayattan kovuyoruz. Peki, biz bu duruma nasıl geldik. Bu duruma çağdaşlaşma, yenileşme, batılılaşma, modern dünyayla bütünleşme istek ve arzularıyla geldik. Tozpembe hayallerle yeni bir dünya, yeni bir hayat kuracaktık kendimize. Cephede öldürüp vatanımızdan kovduğumuz düşmanın hayat sistemini, değerlerini alıp gelişeceğimizi, kurtulacağımızı zannediyoruz. Bu sadece bir hayaldir. Celladına aşık olmuş insanlar diyarı haline geldi bu ülke. Tarihte hiçbir millet cepheyi terk ederek, savaştan kaçarak zafer kazanamamıştır. Topunu tüfeğini bırakarak, düşmana teslim olarak savaşı kazanamamıştır. Bizim en büyük gücümüz imanımızdır. En büyük topumuz, silahımız manevi değerlerimizdir. En geniş, en sağlam cephemiz, öz kültürümüzdür. Batlılaşma ve Çağdaşlaşma adı altında yapılan yeniklikler aslında cepheyi terk etmek anlamına gelir. Kendi öz değerlerimizi bırakarak başka bir medeniyetin değerlerine sarılmak aslında savaştan kaçmak anlamına gelir. Çünkü biz Kurtuluş Savaşını bu değerlerle birlikte savaşarak kazanmıştık. 

İşte bu pencereden baktığımızda bu vatan için kimlerin kan döktüğü, kimlerin can verdiği aslında bellidir. Şimdi ben soruyorum, Kurtuluş savaşı yıllarında laiklik mi vardı. Hayır. Kurtuluş savaşı yıllarında Sosyalizm mi vardı. Hayır. Kurtuluş savaşı yıllarında Kemalizm mi vardı. Hayır. Kurtuluş savaşı yıllarında Batıcılık mı vardı. Hayır. Kurtuluş savaşı yıllarında Çağdaşlaşma mı vardı. Hayır. Biz savaşı bunlardan hangisiyle kazandık. Bunların hiçbiri yoktu. Peki, ne vardı; Bu milletin kendi milli olan görüşü vardı. Bu milletin kendi öz gücü vardı. Vatan evlatlarının göğsündeki imanından başka bir şeyi yoktu. İşte biz savaşı da bu iman ve azimle, manevi güç ve kararlılıkla, bu görüşle kazandık, milli şuurla kazandık. O halde herkes aklını başına devşirsin, neyle uğraştığını, neyi yasakladığını anlasın. 

Artık çağdaşlaşma diyerek, batılılaşma diyerek, Avrupa Birliği diyerek varılacak bir yer yok, bunu herkes anlasın. Yenilik ve değişim arzularıyla, medeni dünya rüyalarıyla yola çıkanların, yolun ortasında kaldıklarını, ihanet ettikleri davalarına geri dönemediklerini de derin üzüntüyle görüyoruz. Artık onların Müslüman kızlara tecavüz eden, ihtiyar insanları ve çocukları öldüren Amerikan askerlerine kamyon kamyon gıda yardımı göndermekte bir beis görmediklerine de içimiz kan ağlayarak tanıklık ediyoruz. Başörtüsü diye bir dertleri de yok artık onların. İslam diye bir dertleri de yok onların. 

Batı toplumu; sel gibi bir öfke ile, bitmek tükenmek bilmeyen haçlı ordularıyla, çağdaş haçlı seferleriyle, coğrafyamıza yönelik kanlı harekatlara imza atarken, biz onlarla bütünleşmek için çabalayıp duruyoruz. İşte tecavüzcüsüne âşık olma ahmaklığı budur. İşte bu kuzuyu kurda teslim etmektir. Bütün bu gerçekler ortadayken, biz hala katillerle, zalimlerle, tecavüzcülerle dost ve müttefik olmaya çalışıyoruz. Onların dünyasına, yaşam tarzına, alışkanlıklarına hayranlık duyuyoruz, onlar gibi olmak istiyoruz. İşte ben bu çabalara mükerrer ihanetler diyorum. Bu binlerce yıllık soysuzlaştırma hareketine kendi iddiamızdan vazgeçerek teslim olmaktır. İşte halkı bu oyuna gerçekmiş gibi inandırmaya da soysuzlaştırma hareketi denir. Mükerrer ihanetler denir. Bütün bu yoğun çabaların sonunda bir de baktık ki of! Çok yoruldum, bunaldım diyerek gömleğini çıkaran kral çıplak kalmış. Krala özenen akılsız bedhahlar da yenilik adı altında kendi özlerinden kopup karanlık girdaplara girdiklerinden bihaber yaşıyorlar. Yazık ki ne yazık.
Ey Allah’ım sen aklımızı ve imanımızı koru. Bizi 
Allah dostlarından başka kimselerle dost kılma. 

Yazarın Diğer Yazıları

Niçin ÖĞ-DER Ya Da ÖĞ-DER Türkiye İçin Bir Şantır

Söyle Ey Bi Vefa
Çocuklarımız Yarış Atı Değildir
Şiddet Okulardamı Beyinlerdemi

    Makaleler Sayfasına Geri Dön

 


Bugün Sitemize 18 ziyaretçi (29 klik) Geldi